Fotoğraf: BAKÜ FÎLARMONİASI’NDA – (Sağdan) Faruk Kakınç, Aykut Şener, Azerbaycan Kompozitörü ve Orkestra şefi Niyazi Tagizade, Nida Eskin, Esin Afşar, Vecdi Ören, Oruç Güvenç, Halit Kakınç, Orhan Topçuoğlu.
Musiki Mecmuası,Yıl: 25, Nu: 276, Ekim 1972
RÖPORTAJ – MUSİKİMİZİN BEŞİĞİ
Etem Ruhi ÜNGÖR
– Oruç Güvenç bey, mensup olduğunuz “Dönüşüm” topluluğunun başlıca orijinalitesinin Türk çalgılarıyla müzik yapmak olduğunu biliyoruz. Bu hakikaten çok enteresan bir şey. Bunun, Orta Asya gezinizde de ilgiyle karşılandığını umarım. Şimdi bugezinize geçmeden önce lütfen bize kendinizi tanıtır mısınız?
– 28 Temmuz 1948’de Kütahya’nın Tavşanlı kazasında doğdum. Babam gazetecidir. Annem ev kadını. Babaannem ve dedem, Kazan göçmeni oldukları için sülalece Orta Asya’ya karşı büyük bir sevgi ve sempatimiz vardır. Yıllar sonra bende bu sevgi, müzikal alanda taa Orta Asya’nın derinliklerine kadar beni götürdü.
Müzik hayatına başlamam ortaokula tesadüf eder. Bu da bir rüya ile bağlantılıdır. Bir gece rüyamda kendimi keman çalarken gördüm. Ertesi gün bunu babama anlatarak bana bir keman almasını istedim. Babam, her fırsatta çeşitli sosyal alanlarda bizi desteklemeyi prensip olarak kabul ettiği için beni kırmadı ve Japon malı birçeyrek keman aldı. Üç sene Tavşanlı ortaokulu müzik öğretmeni Fethi Akuz Bey’den Batı müziği üzerine ders aldım. Ortaokulu bitirdiğim zaman baktım ki Batı müziği sadece bir takım kalıplara sığmış ve insanı hissi yönden fazla tatmin edemeyen bir müzik, ben de bu intibaı bıraktı. Ve o zaman Tavşanlı’da yeni açılmış oları “Tavşanlı Türk Musikisi Cemiyeti” ne kaydoldum. Küçücük kemanımla fasıllara iştirak etmeye başladım.
– Kim çalıştırıyordu sizleri?
– İki çalıştırıcımız vardı. Biri şimdi hâlen Bursa’da Kemanî Lûtfi Bey, diğeri de halen Tavşanlı’da bulunan Turan Altay. 0 da kemanidir. Ortaokuldan sonra lisede klâsik Türk musikisine sevgi ve sempatim son derece artmıştı. Üniversiteye geldiğim zaman kendimi üniversite korosunda buldum.
– Hangi fakülte?
– Edebiyat Fakültesi Felsefe bolümü. Bu yıl da mezun oldum.
Nota bildiğim için koroya intibakım kolay oldu. Radyo programlarına da katılıyorduk. Bu arada ud çalışmaya başladım. Sonra Orta Asya çalgısı olan rebab’ı kendim imal ederek bu sefer ona çalışmaya başladım. Daha sonra da ney, tanbur, bağlama ve birazcık da kanun çalıştım. Bunlara bir de gubuz’un ilâvesiyle halka devam etmeye başladı.
Dönüşümikilisiyle tanışmam aşağı yukarı iki buçuk yıl öncesine rastlar. Bir toplantıda rebabımla birlikte bulunduğum sırada Dönüşüm’ün kurucularından Halit Kakınç ile menacer Ali Eraslan’la tanıştım.
– Peki, bir dakika “Dönüşüm İkilisi” dediniz. Ne çalıyorlar bu ikilide?
– Biri altı telli gitar, diğeri on iki telli gitar çalıyorlar. Fakat arada bağlama da çalıyorlardı. Bunlar Milliyet gazetesinin düzenlediği liseler arası yarışmada Alman Lisesi olarak birinci gelmişlerdi. Sonra bu unvandan faydalanarak Milliyet’in himayesinde “Dönüşüm İkilisi” olarak profesyonel çalışmalara geçtiler. Ve ilk plakları “Kiziroğlu Mustafa” ile ün kazandılar.
Bu ikiliye benim ve diğer arkadaşlarımın katılmasıyla Dönüşüm; Orta Asya’ya, Anadolu’ya ve çoksesliliğe dönük ve antidejenerasyona karşı bir grup olarak kendine has havasını kazandı.
Geçen yıl bir Kıbrıs gezisi gerçekleşti. Bu sıralarda bazı Türk sanatçılarının Rusya gezisi yaptığı duyulmuştu. Biz de Türk-Rus kültür anlaşması çerçevesi içinde olmak üzere 1972 yılı için aynı şekilde bir gezi için namzetliğimizi koyduk.
– Nereye başvurdunuz bunun için?
– Dış işleri Bakanlığı Kültür Dairesi’ne. Resmi dilekçeye hakkımızda yazılanlara yapmak istediklerimizi de ekleyerek müracaatta bulunduk. Bundan dört ay kadar önce müracaatımızın cevabı geldi. Cevapta görülen lüzum üzerine grubumuza bir de solist katılacağı bildiriliyordu. Bunun, evvelce dış ülkelerde memleketimizi temsil etmiş olan Esin Afşar olduğu sonradan öğrenildi.
Biz tüm olarak eşlik orkestrası olmadığımız için içimizdeki Batı çalgıları çalan arkadaşlar Esin Afşar’a eşlik etmek üzere 15 gün birlikte çalıştılar.
– Oruç bey, topluluğunuzun üyelerini de bize tanıtır mısınız?
Tabii, topluluğumuzun solisti olan ve aynı zamanda 12 telli gitar çalan Halit Kakınç. Avusturya lisesi mezunu.
– Bu arkadaşınız başkan mı?
– Evet. Sonra, org çalan arkadaşımız Aykut Şener. Alman lisesinde öğrenci. Bas gitar çalan, Vecdi Ören. Bateri çalan, Orhan Topçuoğlu. Bu arkadaş da üniversiteye girmek üzere. Ney çalan arkadaşımız: Nida Eskin. Grubun son üyesi olan ben grupta şimdilik ney, rebab, tar ve gubus çalıyorum.
– Oruç bey, gubuz isimli çalgı Türk çalgısı olduğu halde Türkiye’de tanınmıyor. Ben bu çalgıyı ilk defa Atlas isimli dünyanın en büyük çalgı kitabında görmüştüm. Sonra da siz bana bir tane yapıp hediye ettiniz. Çok iptidai ve ses alanı dar bu çalgı benim dikkatimi çekti. Araştırdım. Bir Japon müzik kitabında bunu Eskimoların da kullandığını gördüm. Sonra Japon müzikologlarından da adının Mukkuri/Mukkuna olduğunu öğrendim. Ama onlarınki biraz farklıca. Bu çalgı hakkında bir yazı hazırlıyorum, ileride dergide yayınlayacağım.
Biraz konudan ayrıldık özür dilerim.
– Grubumuzun üyeleri bunlar. Ayrıca Halit’in babası Faruk bey konservatuar mezunudur, o da grubun menacerliğini yapmaktadır.
– Çalışmalarınızı nerede yapıyorsunuz?
– Şimdi Moda’da Halit’lerin evinde. Seyahatten önce de Kadıköy Kuşdili’nde “Boğaziçi Musiki Cemiyeti”nin lokalinde çalışıyorduk.
– Şimdi artıkgeziye sıra geldi galiba?
GEZİYE ÇIKIŞ
– Evet, onu benmüsaadenizle notlarıma bakarak anlatmaya çalışayım. Notlarımın başına şöyle yazmışım: “Orta Asya’ya bir gezi”.
Evvelce kararlaştırdığımız gibi 1 Eylül saat 14.00’de arkadaşlarla Yeşilköy terminalinde buluştuk. Ve 9 kişi olarak…
– Bir dakika. Sizin grup Esin Afşarla birlikte 7 olmuyor mu? Bir de menacer 8. E, biri kim?
– Ses teknisyeni Vartevar Camuşoğlu.
Saat 16.25’de uçağımız Moskova’ya hareket etti. Yoculuğumuz neşeli başladı. İyice karnımız acıktığı bir sırada tip itibariyle Kırım Türküne benzeyen hostes hanım yemeklerimizi getirdi. Bu yemekte tavuk, rosto, peynir, kek, tereyağ, beyaz şarap, soda ve çay vardı. Saat 19.55’de Moskova’ya indik. Demek ki yoculuğumuz 3.5 saat sürmüş.
– Hava soğuk mu idi ?
– Soğuktu. Zaten herkes palto ile dolaşıyordu. Biz de ihtiyatlı gittiğimiz için pardesü gibi şeylerimizi giydik. Uçaktan inerken bizi Rus askerleri karşıladı. Terminalde de sefarethaneden Emre bey ve hanımı Işık hanım karşıladılar. 21.50’de terminalden ayrıldık. Ve saatlerimizi bir saat ileri aldık. Otobüse “Vaftobus” diyorlar. Vaftobusa binerek sırasıyla Leningrad caddisi, Gorki caddesi, Moskova nehri limanı ve Puşkin caddisi’ni geçerek İhtilal meydanından sonra 22.30’da Kremlin’in önünden ve Kızılyıldız meydanından geçerek saat 23.00’de büyük Moskova oteline vardık. Daha doğrusu buna “Rasya” oteli diyorlar. Çok büyük, 6000 kişilik bir otel.
– Hilton’dan büyük mü?
– En azından Hilton’un bir misli büyüklükte var. Odalarımıza yerleştikten sonra akşam yemeği için otelin restoranına gittik. Biraz geç kaldığımız için pek fazla yemek kalmamıştı. Bize “Bet Stragona” isimli bir yemek getirdiler. Bu, ihtilalden önceki bir prensin ismi imiş. Prens bu yemeği çok sever ve yermiş. Yemeğin özelliği; patates ve kıyılmış et. Orada benim dikkatimi çeken şey kepekli ekmek yenmesi oldu. Bunu, mihmandarımız Genrih beye sordum.
– Genrih bey ne millet?
– Rus, Moskova Üniversitesi Türkiyat bölümünü bitirmiş. Çok güzel Türkçe konuşuyor. Hatta Türkçe espri dahi yapabiliyor. Orada bize bir de Rus bir spiker hanımı refakatçi olarak kattılar. Adı: Marina Satkova.
Genrih beyin söylediğine göre Rus uzmanları kepekli ekmeğin randımanının daha fazla olduğunu tesbit ettikleri için bu nevi ekmek kullanılıyormuş.
Ertesi günü 2 Eylül Cumartesi sabah saat 7.30’da kalktık, önce kahvaltı yaptık. Kahvaltıda peynir, ekmek ve çay bulunuyordu. Rusya’da beyaz peynir yok, kaşar cinsi peynirler var.
– Avrupa’da da öyle değil mi? Zannederim Balkanlar hariç başka yerde beyaz peynir yenmiyor.
– Bakû’da beyaz peynir var. Bu kahvaltı için ben 55 kapik vermişim.
– Nereden veriyorsunuz bu parayı paralarınızı mı bozdurdunuz ?
– İlk gün bize 30’ar ruble para verdiler. Bunu her konser başı parası olarak hesap ettiler. Bir ruble 17 lira 25 kuruş olduğuna göre 500 lira kadar bir şey tutuyordu.
– Eh, bir ay kadar kaldığınıza göre epey para da kazandığınız anlaşılıyor.
– Evet, 21 konser verdiğimize göre herkesin eline 10 bin 800 lira para geçti ama o parayı Türk parasına çevirmek imkânı olmadığından hepsini orada harcamak mecburiyetinde kaldık. Bu da özel bir taktik olsa gerek.
KIRGIZİSTAN
Gezimizin ilk ülkesi Kırgızistan ‘dı. Saat 10’da havaalanına hareket ettik ve 13.30’da Moskova’dan bir İlyuşin uçağıyla ayrıldık. 5 saatlik bir yolculuktan sonra Kırgızistan’ın baş şehri olan Firunze’ye 18.30’da vardık. 19.50’de “Kırgızistan Oteli”ne indik. Firunze, yeşil ve güzel caddeleri olan bir şehir. Zaten bu gezimizde şunu müşahede ettik ki, caddeler çok geniş, çok temiz ve ağaçlık.
Otelde birçok Kırgız’a rastladık. Ben, Kazan lehçesini biraz bildiğim için Kırgızlarla rahat anlaşabiliyordum.
Ertesi günü yani 3 Eylül’de sabah yine erken kalkarak 8’de kahvaltı ettik. Kahvaltıda; bal, tereyağ, çay ve peynir yedik.
– Yine parası sizden tabii.
– Evet, sadece öğle yemeklerini mihmandar ödüyordu.
– Peki Oruç bey,otelde Kırgızları gördüğünüzü söylemiştiniz. Bunlar müstahdem mi ?
– Hayır, müstahdemler Rus. Kırgızlar müşteriydi. İşte bu Kırgızlar simalarımızdan ve lisanımızdan bizim Türk olduğumuzu anlayınca yanımıza sokulup konuşmak istiyorlar ve fakat..
(Devamı var)